|

Zor zamanlarda demokratlık sınavı

Rengin Mardin (*)
00:00 - 12/03/2007 Pazartesi
Güncelleme: 00:48 - 12/03/2007 Pazartesi
Yeni Şafak
Zor zamanlarda demokratlık sınavı
Zor zamanlarda demokratlık sınavı

Türkiye'de laiklik ve demokrasi arasında hep bir sorun olduğu söylenegelmiştir. Ama bu sorunun İslamcı ya da dinci olanların demokrat olmamasından mı yoksa laik ya da laikçilerin demokrat olmamasından mı kaynaklandığı üzerinde rivayetler muhteliftir. Halihazırda totaliter bir sistemin savunusunu yapan laikçi çevrelerin şeriat devletinde korktukları şey, o devletin de totaliter olması değildir herhalde. Aksi çelişkili olurdu. O yüzden şeriat tehlikesi karşısındaki dil kendini demokrasi üzerinden değil, saatlerin yüzyıl geriye alınması gibi çok kaba bir aydınlanma- modernleşme-çağdaşlaşma söylemi üzerinden ifade ediyor. Türkiye'de laiklik duyarlılığı ortaya çıktığında demokrasi vadileri çoraklaşır, her şeyin varlık nedeni olan 'onu' korumak için her yol mubah hale gelebilir. Hatta demokratlar için bile laiklik duyarlılığının depreşmesi imani zafiyet nedeni olabilmektedir.

4 Mart 2007 tarihli Radikal İki'de Ahmet İnsel'in "Neofeodal Devlette İlerlerken" başlıklı yazısında bunu görmüş olduk. Yazı pekçok açıdan demokrat, sol-demokrat, fark/kimlik taleplerine açık radikal demokrat tutumların hiçbiriyle açıklanamayacak saptamalarla dolu. Eğer yazının hangi hissiyatlarla yazıldığı anlaşılmazsa İnsel'in bunca zamandır istikrarla sürdürdüğü farklılıklara saygılı, demokratik çizgisine 'laiklik', 'tehlikeli kadrolaşma', 'Fethullah Gülen tehlikesine karşı teyakkuzda olma' molası vermesini anlamak zor olacak. İnsel'e bu hafta çubuğu burdan büktüren şey herhalde yeniden başlayan 'Tehlikenin Farkında mısınız?" kampanyaları değildir, olsa olsa hafta boyunca süren 28 Şubat'ın 10. yılı tartışmalarıdır.

HİSLER AKLI DEVREDIŞI BIRAKIR

Hemen anlaşılıyor ki İnsel, 28 Şubat tartışmalarında ortaya çıkan siyasal kutuplaşmadan, devam eden demokratikleşme mücadelesinde İslamcılarla aynı cephede bulunmanın 'dayanılmaz ağırlığından' rahatsız olmuş ve 28 Şubat'ta Solun 'ne şiş yansın ne kebap' olarak tercüme edilebilecek "ne şeriat ne darbe" çizgisini 'neofeodal devlet' gibi kavramsal bir operasyonla yeniden paketleyerek bir balans ayarı yapma ihtiyacı duymuş.

Yazının fonunda özellikle sonlara doğru şiddeti artarak şu eski şarkı akıyor: "Bu İslamcılarla çok sıkı fıkı olduk, halbuki bunlar bizi satırlarla kovalamışlardı, ileride de kovalamayacakları ne malum, biraz araya mesafe koyalım, yaşanan kavga bizim kavgamız değil, onlar kendi aralarında çatışıp dursunlar, alet olmayalım, zaten laiklik meselesini de ihmal etmeyelim, CHP'den özellikle aydın tabanından hâlâ sol-demokrat bir çizgi çıkartılabilir, onları da kaybetmemek lazım solda ittifak çalışmaları da devam ediyor zaten"

Bu ülkede bunca yaşanana rağmen kimse diğerinin derdiyle dertlenmesini öğrenemediği için o bencil ve ilkel empati hissini devreye sokarak hatırlatalım. Bu şunu demeye benzer: '12 Mart Ordu'daki solcu neofeodal yapıyı ya da '12 Eylül POLDER, POLBİR gibi yapılarla emniyet içinde de devam eden güç savaşlarını, neofeodal yapıları ortadan kaldırdı.' Bunlarla da sorunumuz yoksa yolumuza devam edebiliriz. Yazıda bunun ardından bu kez demokratlık açısından daha da tehlikeli bir alana giriliyor. 'Tehlikeli kadrolaşma' farsı. Hem de İnsel bu farsı tıpkı 301 davaları önünde bekleyen linççi kalabalığın elinde tuttuğu pankartlardan birinde yazdığı gibi 'Fethullah'ın çocuklarına' bağlıyor. Burası aynı zamanda 'tehlikenin farkında mısınız' diyerek 'iyi saatte olsunları' uyandırmaya çalışanların en mümbit arazileri. Bundan sonra atılacak her adımda totalitarizm mayınlarının patlaması an meselesi. Nitekim öyle de oluyor İnsel de yazdıkça mayınlar da balonlar da patlıyor. Kıvamında bir Fethullah Gülen cemaatinin devlete sızdığı, tehlikeli bir biçimde kadrolaştığı yazı çıkıyor.

Türkiye siyasal tartışmasında 'kadrolaşma' suçlamasının kadrolaşmayı beceremeyenlerin kadrolaşabilenlere dönük bir muhalefet taktiği olduğunu bilmesek bu tehlikenin biz de farkında olabilirdik. Özellikle de Türkiye'de devletin sıkı bir ideolojik zırhla kuşanmış olduğunu, memurlarını da o ideolojiye göre özenle seçtiğini, fişleme, jurnalcilik gibi yöntemlerle her türlü farklı yaşama biçimine tahammülsüz olduğunu bilmeseydik. Namaz kıldığı, içki içmediği, eşi başörtülü olduğu için ordudan atılmış, savcı, kaymakam, emniyet müdürü olamamış, üniversitelerde mağdur edilmiş insanların gizliden gizliye kadrolaşmaya çalışmasını anlamak pek de zor olmasa gerek. Özellikle de okuduğu kitaplar, bıyıkları, yeşil parkaları, siyasal görüşleri nedeniyle devlette ve üniversitelerdeki 'kadroları' 12 Eylül'de tasfiye edilmiş bir siyasal hareketten geliyorsanız.

Ama Türkiye bu gerçeklerini bildiğimiz için kadrolaşmanın da aslında ne demek olduğunu anlayabiliyoruz. Bu gizli kadrolaşma meselesiyle ilgili hakkaniyetli bir değerlendirme yapabilmesi için İnsel'in şu soruya cevap vermesi gerekirdi: Akademik yeterliliği olan ama namaz kıldığını, oruç tuttuğunu, dindar olduğunu bildiğiniz bir öğrencinizi asistan olarak alır mıydınız?

Asıl mesele uzun süredir sivil toplumun önemi, fark/kimlik talepleri karşısında temsili demokrasinin zaafları gibi konularda yazıp çizen ve radikal demokrat tutumlar alan İnsel'in bu yazıyla önceki yazdıkları arasında ortaya çıkan ideolojik tutarsızlıklardır. En başta İnsel 'Gülen Cemaatinin' kadrolaşmasını 'siyasal partilere bağlı olarak gerçekleşen partizan kadrolaşmaya göre neden daha tehlikeli bulduğunu' açıklarken Gramsci'yi mezarında ters döndürecek, şayet Habermas, Laclou ve Mouffe'dan biri okusaydı tüylerini diken diken edecek şu gerekçeyi gösteriyor bize: "Çünkü siyasal partilerin son tahlilde seçmen nezdinde onaylanması ve dışlanması bir ölçüde mümkün iken, 'siyaset dışı' siyaset yapan güç odakları böyle bir demokratik meşruiyete tâbi olma geleneğinden muaftır." Halbuki biz yine İnsel ve çevresinin yaptığı çeviriler ve yazdıkları makalelerle beş yılda bir yapılan seçimler, siyasal partiler üzerine kurulu temsili demokrasinin postmodern dünyada meşruiyet krizi içine girdiğini, kimlik/fark taleplerini karşılayamadığını, bu bağlamda sivil toplumun yeni toplumsal hareketler için siyaset yapma mekanı haline geldiğini zannediyorduk. Siyasetin sadece partilerle yapılmadığını, sivil toplumun da 'siyaset içi' olduğunu düşünüyorduk. Demokrasinin de kamusal alanda kimlik/fark talepleri arasında gerçekleşen çatışmaların, sürekli devam eden tartışmanın kendisi olduğunu okumuştuk. Siyasal meşruiyetin de kamusal iletişimden ortaya çıkacağını, sivil toplumun farklı siyasal ve sınıfsal gruplar arasında devam eden hegemonik mücadele alanı olduğunu, hatta 'sosyalist stratejinin' de bunun üzerinden kurulması gerektiği söylenmişti bize.

LİBERAL DEMOKRAT DUYARLILIK

Anlıyoruz ki tüm bunların dışında "modern devletin üzerinde yükseldiği siyasal ve ahlaki değerler" varmış ve bunlar bu güç mücadeleleriyle "çiğnenmekteymiş." Hikmet-i hükümet gibi bir şey sanki bu. Belki de Mouffe'un en sert eleştirilerinden nasibini alacak fazla inanmış bir liberal demokrat duyarlılığıdır. Söz konusu olan pratik siyaset olunca kitabi siyasetle girilen çelişkili durumlar mazur görülebilir, hele de söz konusu olan bu pragmatizm nedeniyle siyasal geleneklerin oluşmadığı Türkiye olduğunda. İnsel haklı! Tutarlı siyasal pozisyonların tekilci ahlak uğruna kurban edildiği bu topraklarda siyaset gerçekten en vahşi haliyle bir güç mücadelesi olarak anlaşılıyor. Bu neofeodal güç mücadelesinde aksi beyanlarına rağmen hasımlarımızın devlete sızdığı, bunun ne kadar tehlikeli olduğu şeklindeki jurnallerle dinamik güçlere çaktırmadan mesajlar verilebilir, gereğinin yapılması ve teyakkuzda olunması için zinde güçler uyarılabilir, toplumun bir kesimine karşı dikkatli olunması çağrıları yapılabilir. Bu da henüz modernleşemediği için olgunlaşamamış, feodal semptomlar gösteren demokrasimizi korumak için istemesek de başvurmak zorunda olduğumuz bir mecburi militan demokratlık pozisyonudur herhalde.

Herkesin ancak birazcık da olsa kendine benzeyen farklıya, etrafta 'farklı farklı' dolaşmasından rahatsız olmayacağı farklıya tahammül edebildiği bir ülkede de neofeodal devlet yolunda daha çok ilerleriz. Hatta bu kadar hızlı gidersek herkesin kendi camiasına, kalesine çekildiği feodal bir düzene de dönebiliriz. Böylece Türkiye Marksistleri feodalizmi yaşamadığı için kapitalizme de geçemeyen Türkiye'yi açıklayamamak derdinden de kurtulmuş olurlar. En kötüsü ise topluca ağlamayı da arızalaştırdığımız için bu halimize ağlayan da bulunamayacak.

* Araştırmacı Yazar



17 yıl önce