|

Milliyetçilik çeteleşme mi milisleşme mi?

Türkiye'de yükselmekte olan çeteleşme değil milisleşmedir. Bunun nedeni de son dönemde yaşanan değişimlerin Türkiye'yi yeterince kapsamamasıdır.Ve yapılması gereken yeni bir toplumsal barış projesinin hayata geçirilmesidir

M. Hakan Yavuz
00:00 - 21/02/2007 Çarşamba
Güncelleme: 01:12 - 21/02/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Milliyetçilik çeteleşme mi milisleşme mi?
Milliyetçilik çeteleşme mi milisleşme mi?

Türkiye'deki gelişmeleri anlamak için ideolojik arka planla bu arka planı zaman zaman harekete geçiren sosyolojik değişimleri ele almak zorundayız. Son iki yıldır giderek kabaran milliyetçi söylemleri irdelerken bu söylemlerin beslendiği düşünsel kökler yanında bunu gündelik hayata taşıyan sosyolojiyi iyi anlamamız gerekiyor.

Türk milliyetçiliği her zaman tartışmalı bir alan olmuştur. Belli başlı iki farklı şekilde kavramlaştırılırken burada asıl yapılan her kesimin kendine “göre” bir milliyetçilik anlayışı ortaya koymasıdır. Birincisi bildiğimiz laik ve etnik temelli Türk milliyetçiliğidir. Bu görüşün izlerini İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) öncesinde bir kısım aydınlar arasında bulmak mümkün. Ama 1909'da iktidara gelen İTC'nin milliyetçilik anlayışını sadece etnik bir milliyetçiliğe indirgemek son derece yanlıştır. San Diego Üniversitesi Osmanlı Tarihi Profesörü Hasan Kayalı'nın çalışmalarında ortaya koyduğu gibi İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türklük arasında sürekli bir geçişkenlik olmuş ve zamanla daha etnik bir anlayış ortaya çıkarken bu etnisite yine Müslüman kimliği ile şekillendirilmiştir. Kısacası, Türk milliyetçiliği yenilen ve geri çekilmek zorunda kalan Osmanlı toplumundaki bir grup aydının karşılaşılan sorunlara çözüm olarak ortaya koyduğu tepkisel bir duruştur. Türk milliyetçiliğinin halka mal edilmesi veya halklaştırılması ancak savaş koşullarında “gavura karşı İslami cihad” fikriyle yine İslami söylemin manipülasyonu ile mümkün olmuştur. Kısacası, Türk milliyetçiliği teoriden pratiğe değil de pratikten teoriye doğru şekillenen içiçe geçmiş ve kendi içinde çelişkileri olan bir ideoloji yumağıdır.

İddia edildiğinin tersine İttihatçı Türk milliyetçiliği “ırkçı olmamıştır.” Türk milliyetçiliğini ırkçılığa indirgeyerek buradan “soykırım” için gerekli olan bir ırkçı milliyetçilik çıkarmak tarihi günün ihtiyaçlarına göre yeniden “okumak” değil “uydurmak” olsa gerek. Bu etnik ve laik milliyetçiliğin entellektüel köklerinin oluşturulmasında Rusya'dan Osmanlı devletine göçen Türk kökenli aydınların büyük katkısı vardır. Özellikle burjuva sınıfına sahip olan Tatar ve Azerbeycan Türk aydınları (Sadri Maksudi Arsal, Yusuf Akcura, Ahmet Ağaoğlu ve daha sonra Zeki Velidi Togan) Osmanlı-Türk aydınlarından daha çok etnik milliyetçiliğe vurgu yaptılar. Yusuf Akcura tarafından Mısır'da basılan “Uc Tarz-ı Siyaset” makalesinde aslında İslamcılık ile Türklüğün ne kadar içiçe olduğu sergileniyor. Cumhuriyet kurulunca İttihad ve Terakki ideolojisi büyük oranda egemen oldu. İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin şartlara göre şekillenen politiklarını anlamak için 1909-1914 yıllarını ve sürgün edilen Müslüman hakların caresizliğini çok iyi anlamak gerekiyor. Irkcılığa vurgu yapan Türk milliyetçiliği (Nihal Atsız ve zaman zaman Rıza Nur) hiç bir zaman ne geniş aydınlar nede kitleler arasında yer buldu.

MODERN MİLLİYETÇİLİK

Cumhuriyeti kuran kadro “modernleşmeci milliyetçilik” (milliyetçiliği modernleşmenin bir aracı olarak gördu) üzerinde dururken sivil ve etnik Turk kimligi arasında gidip gelen “ulus yaratma projesi” ekseninde hareket etti. Bu modernleşme amaçlı “uluslaşma” projesini iyi anlamak için Avrupa'da ve özellikle Balkan devletlerinin kuruluşunda Müslumanlara karşı izlenen yok etme politikalarını iyi bilmek gerekiyor. Bu koşullarda hem Anadolu'da hemde Balkanlar'da ciddi bir “milisleşme” süreci yaşandı. Bu süreç daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa'yı ortaya çıkardı. Türkiye coğrafyasında inşaedilen ulus Avrupa'dan alınan modeller ve stratejiler çerçevesinde yürütüldü ve tabi büyük bir maaliyetle gerçekleştirildi.

Türk milliyetçiliğinin ne olduğu ve ne olması gerektiği konusunda ikinci çıkış dinsel-Osmanlı motifleriyle kurulmaya çalışıldı. Bu ikinci “okuma” şekli tamemen olmasada büyük oranda Kemalist “uluslaşma” sürecine tepki şeklinde doğdu ve laiklik vurgusuna karşı “İslam” vurgusunu öne cıkardı. Yahya Kemal, M.Akif Ersoy, Necip Fazıl, Nurettin Topçu tarafından dillendirilen ve daha sonra MHP, Ülkü Ocakları ve Nizami Alem hareketi tarafından popülerlerştirilen “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Daği kadar Müslüman” sloganı ile şekilendi. Soğuk Savaş koşullarında Türk-İslam milliyetçiliği anti-komünist çıkışıyla devlet kurumlarıyla yeniden bir dizi bağ üretti. Ama genelde geniş halk kitleleri arasında etkili olan Türk-İslam milliyetçiliği daha örgütsel ve daha etkin bir güce sahip oldu. Bu milliyetçi damarı sağ ve İslami partiler sürekli kullandılar ve canlı tuttular.

İki ayrı damardan gelişen Türk milliyetçiliği hiç bir zaman ırk temeline oturmamıs ve sürekli dinsel ve etnik milliyetçilik arasında gidip gelmiştir. Bu iki damarın birleştiği nokta sürekli olarak halk arasında devleti ve milleti kurtarma amacıyla “milislenme” siarına sahip olmuştur. Özellikle, Anadolu'da “din, devlet ve millet” adına direnme miti üretilmiş ve bu mit daha sonra Soğuk Savaş koşularında Ülkücü Hareketin çalışmalarıyla yaygın hale getirilmiştir. Bugün Anadolu'da kendisini “devlet ve milletten” sorumlu gören ve zaman zaman eyleme dönüşen derin bir “direnme misyonu” var. Bu fikri arkaplanı en iyi şekilde kullanan Ülkücü ve Nizami Alemciler olmuştur. Kısacası, Türk toplumundaki bu “mitsel ve folklorik” direnişi anlamadan ne Trabzon'daki olayları ne de maçlardaki sloganları anlamak mümkündur. Tabi bunun neden şimdi daha belirgin şekilde ortaya cıkmasının ise konjektürel nedenleri var. Bu nedenleri irdelerken Türkiye'nin son on yıldır iç ve dış politikadaki gelişmelerinin geniş halk kitleri tarafından nasıl algılandığına bakmak lazım. Olaylar bir çetenin veya ne olduğu belli olmayan bir “derin” devletin ürünü değil toplumsal yapımızdaki ideolojik arkaplanın hakim sosyolojik şartlarla örtüşmesiyle alakalıdır. Bugün, sürekli kendisinin aşağılandığına ve varlığının tehdit altında olduğuna inanan geniş halk kitleleri var. Bu geniş algılamalar neo-liberal ekonomik politikalarının yarattığı marjinalleşmeyle örtüşünce bir çeteleşme değil “milisleşme” süreci yaşanmaktadır. (Çeteleşme daha çok “çıkar” amaçlı milisleşme ise “primordial kimlik ve ideoloji amaçlı sivil yapılanmalardır).

Gittikçe popülerleşen ve “çevredeki” gündelik yaşami saran milliyetçiliğin sert dalgalar halinde “merkezde” depremsel etki yaratmasının nedenlerinden biri Avrupa Birliği sürecinin ne yazıkki çevrenin beklentilerinin tersine geniş halk kitlelerine değil daha çok İstanbul merkezli sanayici ve işadamlarının lehine işlemesidir. Gelir dağılımı geçen 10 yıl içinde giderek büyümüş ve sosyal mobiliteyi sağlayan eğitim sistemi özelleşerek sınıfsal bir yapı kazanmıştır. İkincisi, AB yolu “Diyarbakır'dan geçer” sloganı bu sürecin Kürt azınlığın lehine işlediği yönünde bir imaj doğmuş ve kendisini Türk olarak gören kitlelerin bu süreçden soğumasına neden olmuştur. Bugün Türkiye'de AB'ye olan güven kamuoyu araştırmalarına göre sürekli azalmaktadır.

MİLİSLEŞMENİN YÜKSELİŞİ

Kısacası, neoliberal ekonomik politikalar sonucu devlet hem eğitim hem isdihdam alanından çekilirken toplumsal fay hatlarının giderek keskinleşmesine de neden olmuştur. Trabzon'un kenar mahallerindeki sosyal-ekonomik marjinalleşme anlaşılmadan gittikçe yaygınlaşan “milisleşme” sürecini anlamak mümkün değildir. Bu sosyolojik arkaplan tarihsel şuura kazılan Serv ve “devlet ve milleti” koruma güdüsüyle hemen eyleme dönüşmektedir. Yapılması gereken merkezin çevreyi kucaklayacak yeni bir ekonomik program ve toplumu kucaklayacak bir söylem üretmektir. Aksi takdirde “milisleşme” giderek merkezi etkisi altına alacak ve Türkiye'nin dinsel ve etnik fay hatlarında biriken enerjisi ülkenin uzun dönem istikrarsız kalmasına neden olacaktır. Kısacası, Trabzon'daki gelişmeler bir polisiye hatalar dizisi değil ülkenin yaşamakta olduğu sosyolojik ayrışmanın yansımasıdır. *Doç. Dr. Utah Üniversitesi Öğretim Üyesi


17 yıl önce