|

Adalet Divanı'nın Bosna kararı hukuki değil siyasi

Bosna soykırımı II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da yaşanan en büyük imha hareketiydi. Dava, çok uzun yıllar konuşulacak “haksız bir karar”la sonuçlandı. Şimdi tartışılacak olan kararın hukuki değil, siyasi oluşu

Doç. Dr. Berdal Aral
00:00 - 6/03/2007 Salı
Güncelleme: 00:58 - 6/03/2007 Salı
Yeni Şafak
Adalet Divanı'nın Bosna kararı hukuki değil siyasi
Adalet Divanı'nın Bosna kararı hukuki değil siyasi

Bosna-Hersek hükümetinin 1993 yılında yaptığı başvuru üzerine Uluslararası Adalet Divanı'nın (UAD) ele alındığı tarihi önemdeki “soykırım davası” nihayet 26 Şubat 2007'de sonuçlandı. Divan'ın şu soruya yanıt vermesi isteğiyle, Bosna-Hersek, bu yazıya konu olan dava sürecini başlatmıştı: 1992-95 yılları arasında bu ülkede işlenen soykırımda Sırbistan devletinin rolü ne olmuştur?

Davayı “kabul edilebilir” bulan UAD, böylece 60 yıllık tarihinde ilk kez soykırım suçu işlediği iddiasıyla bir devleti yargılamıştır. Bu davada mahkeme 13'e karşı 2 oyla Sırbistan'ı soykırım suçundan aklamıştır. Divan Srebrenitsa'da 8 bin erkeğin (Divan'a göre 7 bin ) Bosnalı Sırp güçlerce toplu katliamını “soykırım” olarak nitelerken, Bosna'da 1990'lı yılların ilk yarısında yaşanan toplu katliamların, kıyımların, işkence ve tecavüzlerin “soykırım” teşkil etmeyip, bunların “savaş suçları” ve “insanlığa karşı suçlar” olarak tavsif edilmesinin daha doğru olacağını ifade etmiştir. “Soykırım” olarak nitelediği Srebrenitsa trajedisinde, Divan, “kışkırtma, planlama ve/veya aktif olarak suça iştirak” anlamında, Sırbistan'ın buradaki soykırım suçuna ortak olmadığına hükmetmiştir. Böylece Sırp hükümeti Srebrenitsa'da katledilen kurbanların yakınlarına tazminat ödeme yükümlüğünden kurtulmuştur.

Buna karşılık, mahkeme, Sırbistan'ın başka bazı yükümlülüklerini ihlal ettiği sonucuna varmıştır. Divan'a göre, Sırbistan Srebrenitsa'daki soykırımı önlemek için hiçbir girişimde bulunmadığı için sorumludur. Ayrıca Bosna'daki etnik temizliğin başta gelen sorumlularından olan General Mladiç'in ülke topraklarında saklandığı bilindiği halde, Sırbistan hükümeti bu kişiyi Savaş Suçları Mahkemesi'ne teslim etmek için bugüne dek hiçbir gayret göstermemiştir. Divan, en başta bu iki sebepten dolayı Sırbistan'ın uluslararası yükümlülüklerini ihlâl ettiğini belirlemiştir. Ne var ki, aynı Divan, bir yandan, Srebrenitsa istisna edilirse, Bosna'ya yaşanan ve hususiyetle Müslümanları hedef alan kitlesel kıyımı “soykırım” olarak tanımlamayı reddederken, bir yandan da soykırım suçunun işlendiğini kabul ettiği Srebrenitsa'daki trajedide Sırbistan'ın oynadığı merkezî rolü inkâr etmiştir. Eski Yugoslavya için oluşturulan Savaş Suçları Mahkemesi, zaten daha önce Srebrenitsa'da soykırım suçu işlendiğini kabul ve ilân etmişti. Dolayısıyla UAD'nın bu suçun varlığını kabul etmesi herhangi bir yenilik getirmiş olmamaktadır. Zaten Divan'ın, Savaş Suçları Mahkemesi'nden farklı olarak, Srebrenitsa'da soykırım yapıldığını inkâr etmesi büyük bir skandal olurdu. Divan'ın bunu göze alamadığı anlaşılıyor.

HAKSIZ BİR KARAR

Divan'da bu karara karşı çıkan yargıçlar arasında, tahmin edileceği gibi, hiçbir Batılı yargıç yoktur. Bu organdaki Asya, Afrika ve Latin Amerikalı yargıçlarının önemli bir bölümü, ne yazık ki, başta mahkemenin İngiliz başkanı Rosayn Higgins olmak üzere, en kalabalık kümeyi oluşturan Batılı devletlere mensup yargıçlarla ortak hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Karara karşı çıkan iki yargıcın da (birisi ad hoc -bu davaya özel- yargıç) Müslüman olması aslında pek çok şeyi anlatmaktadır.

Bu dava, kanaatimizce üzerinde çok uzun yıllar konuşulacak “haksız bir karar” mahiyetindedir. Bosna'nın hususiyetle Müslümanların yoğun olduğu bölgelerinde 1992-95 yılları arasında bir soykırım yaşandığı -sadece Srebrenitsa'da değil- tüm dünyanın malûmudur. Mart 1992'de bağımsızlığını ilân eden ve kısa süre içinde uluslararası toplumca tanınıp Birleşmiş Milletler'e (BM) de üye olan Bosna-Hersek, henüz bir orduya bile sahip değilken, anî bir Sırp saldırısıyla karşı karşıya kalmıştı. Tüm dünya bilmekteydi ki, Bosna'nın işgalinin ve buradaki soykırımın baş mimarı Sırbistan Devlet Başkanı Miloseviç'ten başkası değildi. O dönemde savaş planları ve taktik/stratejik adımlar çoğu zaman Belgrad'da planlanmaktaydı. Bosna'daki Sırp Cumhuriyet Ordusu'nun maaşları Sırbistan tarafından ödenmekteydi. Sırbistan'ın Bosna Sırplarına askerî, lojistik ve siyasî desteği tamdı. Daha da ötesi, Sırbistan askerlerinin Bosnalı Sırp askerler ve milislerle birlikte ortak operasyonlar düzenlediğini UAD bile kabul etmiştir. Bosna savaşının daha ilk günlerinden itibaren Sırbistan'ın Bosna'nın siyasî varlığını ortadan kaldırmaya kararlı olduğu ve bunun için Bosna'daki Sırp bağlaşıklarıyla birlikte asker-sivil ayrımı gözetmeksizin tüm Müslüman hedefleri yer ile yeksan edeceği kötü niyetli olmayan herkese aşikâr olmuştu. Nitekim korkulan oldu; birkaç hafta içinde Bosna topraklarının büyük çoğunluğu Belgrad'dan yönlendirilen Sırp güçlerin eline geçti. Bu bağlantıyı kanıtlayan onca görüntü ve tanıklık arşivlerde mevcuttur.

Bosna soykırımı II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da yaşanan en büyük imha hareketiydi. Tüm dünyayı dehşete düşüren Bosna Müslümanlarına yönelik Sırp etnik kıyımı, savaşın ilk birkaç haftasında soykırım mesabesine ulaşmıştı. Neticede bu korkunç savaşta 200 bin Müslüman Boşnak hayatını kaybetmiş, 2,5 milyon insan topraklarından edilmiştir. Bosna trajedisi vahşetin her türüne tanıklık etmişti: sivil-asker ayrımı gözetilmeyen insan kıyımları; işkence; bir savaş stratejisi olarak kitlesel tecavüz; başta camiler ve kütüphaneler olmak üzere hem geçmişi hem de bugünüyle Bosna'nın Müslüman kimliğini tescil eden yapıların imha edilmesi; evlerin yakılıp yıkılması; kamu binalarının, hastanelerin ve okulların yıkılması, vs.

Nazileri aratmayan bu korkunç gaddarlığın, bu medeniyet düşmanlığının, bu kanunsuz işgalin sonucunda, Sırp zalimlerin yaptıkları yanlarına kâr kalırken, Bosnalı Müslümanlar 1995 yılında Dayton Anlaşması'nı imzaya icbar edilmiştir. Bu ibretamiz anlaşma, Bosna-Hersek topraklarının yüzde 51'ini “Bosna-Hersek Federasyonu'nun iki kanadından biri olan (Bosna) Sırp Cumhuriyeti'ne (Republika Srpska) bırakmıştır. Topraklarını terk etmek zorunda kalan Müslümanların önemli bir bölümü, bugün bile evlerine dönebilmiş değillerdir. Bosna-Hersek devleti, ne yazık ki, çok zayıf temeller üzerine bina edilmiş, güçlü bir merkezden mahrum, uluslararası güçlerin gözetimi altında, kendi ayakları üzerinde durması zorlaştırılmış iğreti bir devlet haline getirilmiştir. Bosna'nın daha doğumundan itibaren göğsüne hançer gibi saplanan ihanetler silsilesinin son halkası da, işte UAD'nın bu son kararı olmuştur. Bu davada “hukukî” kaygılardan ziyade “siyasî” mülâhazaların öne geçtiğini iddia etmek, herhalde abartı değildir. Bu kararın çıkmasını sağlayan “irade”nin iki temel hedef gözettiği söylenebilir: birincisi, Sırbistan'ın Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin önündeki devasa bir engelin kaldırılmasını sağlamaktır. Alnında “soykırım” lekesi olan bu “saldırgan” ve “işgalci” devlet, böylece uçurumun kenarından çekip alınmış, daha hafif suçlamalarla “aklanmıştır”. İkincisi, Sırbistan, Srebrenitsa soykırımında hayatlarını kaybedenlerin yakınlarına maddi tazminat ödemekten kurtulmuştur.

SIRBISTAN'A AB YOLU

Bu Divan kararı Bosnalı Müslümanların uğradıkları ihanetler serisinin son halkasıdır. Soğuk Savaş sonrasında zuhur eden yeni uluslararası dengelerin başta gelen mağdurları bugüne dek ne yazık ki genellikle Müslüman ülkeler ve Müslüman topluluklar olmuştur. Bu süreçte, sözgelimi, Azerbaycan topraklarının beşte biri Ermenistan ve Karabağ'daki Ermeni güçlerce işgal edilmiştir; Irak, Kuveyt'i Ağustos 1990'daki işgali sonrasında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve koalisyon güçle-rince önce asimetrik bir savaş sonucu tarumar edilmiş, sonra, 2003'de ABD (ve onunla işbirliği yapan bazı devletler) tarafından işgaline kadar BM Güvenlik Konseyi eliyle korkunç bir ambargoya maruz bırakılmıştır; şu anda hem Irak hem de Afganistan (2001'den beri) işgal altındadır; Filistin halkının bağımsızlık ve özgürlük umutları iyice karartılmıştır; Filistin, Çeçen ve Keşmir halkları Soğuk Savaş sonrasında insanlığa karşı suç teşkil eden her türden insan hakları ihlâlinin mağduru olmuşlardır/olmaktadırlar; 2006 yazında İsrail Lübnan'a saldırmış ve tüm dünya buna sessiz kalmıştır; İran ve Suriye zaman zaman ABD-İsrail iki-lisinin saldırı tehditlerine maruz bırakılmaktadır; yine İran, Güvenlik Konseyi yaptırımları yoluyla barışçıl amaçlı olarak nükleer enerji elde etme hakkından mahrum bırakılmaya çalışılmaktadır; Sudan, yine Güvenlik Konseyi eliyle, güneydeki ve doğudaki ayrılıkçı güçlere karşı “kitlesel kıyım” yaptığı iddiasıyla topraklarında yabancı askerî güçleri barındırmaya icbar edilmiştir; Güvenlik Konseyi kararları yoluyla Doğu Timor'un 2002 yılında Endonezya'dan kopması sağlanmıştır; Cezayir'de 1990'lı yılların başlarında özgür seçimleri tanımayarak askeri darbe yapan cunta yönetimine ve sonrasındaki devlet terörüne karşı en başta Batılı devletler kayıtsız kalmışlardır. Nereden bakılırsa bakılsın, İslam dünyası, küresel hegemonlar ve BM (Güvenlik Konseyi) ve NATO gibi “uluslararası kurumlar” eliyle, kendi ayakları üzerinde durma ve ortak değer ve ideallere yaslanan bir blok oluşturma iradesinden mahrum bırakılmaktadır. UAD'nın son Bosna kararı ve bu kararın arka planı, ancak bu büyük resim içinde anlamlı bir çerçeveye oturtulabilir.

Sırbistan, kendisini olabildiğince “kayıran” bu kararla birlikte, AB üyeliği yolundaki yürüyüşüne artık kaldığı yerden devam edebilir. Zaten Sırbistan'ın yüzü Batı'ya dönük Cumhurbaşkanı Boris Tadic, bu “mesajı” gayet güzel “okumuştur”. Kendisi, kararın açıklanmasından hemen sonra, Srebrenitsa'da yaşanan soykırımı kınaması ve Bosnalı Sırp savaş suçlusu General Mladiç'i Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'ne teslim etmesi için Sırbistan parlamentosuna çağrıda bulunmuştur. Avrupa Birliği ile görüşmeler Sırbistan'ın Savaş Suçları Mahkemesi'yle işbirliği yapmama ısrarı yüzünden daha önce askıya alınmıştı. 26 Şubat günü UAD eliyle soykırım suçundan aklanarak “itibarı iade edilen” Sırbistan, AB'nin kendisinden beklediği sembolik jestleri herhalde kısa sürede yerine getirecek ve sonra AB üyeliği yolunda “emin adımlarla” yürüyecektir.

Bosna'ya gelince...İnsanlığın başına musallat olmuş karanlık güçler onu takatsiz bırakmaya, yürüyüşünü durdurmaya ahdetmiş görünüyor...Kimin ya da kimlerin kazanacağını elbette zaman gösterecek...

* Fatih Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi





17 yıl önce