|

Zor olan yaşamaktır

Ayşe Kilimci, son hikaye kitabı "Şu Ölüm Dedikleri"nde ölümden çok yaşamı öne çıkartırken, "ölüm"ün kalanlar için zor olduğunu, ama asıl zor olanın "yaşamak" olduğunu söylüyor

Yeni Şafak
00:00 - 7/02/2007 Çarşamba
Güncelleme: 13:16 - 23/02/2007 Cuma
Yeni Şafak
Zor olan yaşamaktır
Zor olan yaşamaktır

Ayşe Kilimci bir hikayeci. Bu toprakların hikayesini yazmak için, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun, Anadolu insanının, ama özellikle Anadolu kadınının hikayesini yazmak için doğmuş bir hikayeci. Anadolu toprağı kadar bilge, çalışkan, doğurgan, sabırlı Anadolu kadını konuşuyor hep Kilimci'nin öykülerinde. Ayşe Kilimci, satırlarında Yunus Emre'nin dolaştığı, son hikaye kitabı "Şu Ölüm Dedikleri"nde hikayelerini yine hem kalbimize, hem fikrimize anlatıyor. Yazarın bu kitabındaki öyküler ölümün kapısını aralamaya, arkasındakileri gidip de dönmeyenlerin ağzından bize aktarmaya çalışıyor. Şu sıralar “Ah Benim Akordsuz Kalbim, Düzen Tutmaz Sol Yanım” isimli, 68 sonrası genç olmayı anlatan hikaye kitabı üzerine çalışan Ayşe Kilimci ile son kitabı "Şu Ölüm Dedikleri"ni konuştuk.

Kitabın ana teması ölüm gibi görünse de daha çok aşkı, yaşama sevincini, hayatın değerini anlatıyor gibi...

Haklısınız, kitap yaşam üstüne aslında. Ülkemizin en kalkışımlı son yüzyılını, hatta bazılarında daha da öncesini anlatırken, sahici ölümü ya da kurmaca ölümü yaşayanları, hücresini kabri sananları, yaşarken ölenleri, ölümü bekleyenleri anlatırken, aslında onların diliyle, gönlüyle, yaşama sevinci ve coşkusunu, hayatlarımızın değerini anlatmaktı niyetim. Zoru anlatmaktı, yaşamaktır çünkü zor olan, ölüm değil. Ölüm, kalanlar için zordur.

Hikayelerin pek çoğunda öne çıkan bir savaş olgusu var. Bu tercihinizin sebebi nedir?

Son yüzyılı, bazı öykülerde daha önceyi anlatıyor isek, savaş olmak zorunda, çünkü büyük alt üst oluşların dönemi, o dönemler, büyük sarsıntıların ve büyük savaşların... Ama, yaşamak savaşıyla örtüşmesi açısından da savaşı yeğlediğim oldu, olmadı değil. Son yılların, adı savaş olmasa da savaşlarını yeğlemem de bundan. Bir de insanlığı asıl savaşta sınandığını düşünüyorum. Sahici insan olduğunu, kahramanlığın, onurun, özverinin zorlukta boşverdiğini düşünüyorum.

"Sadece Sevdim"de Ezel, önce "böyle olmasa olmaz mıydı Allah'ım?" diye soruyor, sonra da "takdirin hakkımızdakinin en hayırlısı" diyor ve en sonunda aslında yaşadığı aşkın kendisi için bir lütuf olduğuna karar veriyor. Buradan kader olgusuna varıyoruz. Sizce de "takdir edilen, hakkımızdakinin en hayırlısı" mıdır?

Takdir edileni mi, yoksa o takdiri kendi seçim, akıl ya da akılsızlıklarımız, yanlış adımlarımızla onun olumsuz yanını mı yaşıyoruz, buradaki Sır'atta? Takdirin önemi büyük elbet, ama, o kıvılcıma su serpmek ya da ateşi harlamak biraz da bize bağlı, birlikte olduklarımıza da bağlı. Sevgili Dağlarca, ömrü uzun ve yaşanası ömür olsun, demişti ki geçen yıl bana, 'bizler ne yaparsak yapalım, gemi gene de kendi bildiği rotayı izler...' Bu sözdeki derin bilgeliktedir sorunuzun yanıtı aslında. Biz biraz hamız, çokça hamız, hemen yargıda bulunuyoruz. Yarım yüzyıllık ömrümde öyle örneklerini gördüm ki, bugün hakkımızda şer sandığımızın aslında sonraki hayrımız için olduğunu. Biraz sabır, biraz sağduyu belki birazcık daha akılla, daha serinkanlı duruş ve vicdanlı olmakla o hamlığı atıp, olanı doğru değerlendirebileceğiz, ama, işte ona da olgunluk deniyor, daha ötesine insan-ı kamil deniyor, herkes de o mertebeye ne yazık ki erişemiyor...

Aynı hikayede görüyoruz ki, Esma-ül Hüsna sadece insanda değil, bizzat yaşamın kendisinde de tecelli ediyor. Hikayelerinizi okurken hissettiğimiz Anadolu'nun hem toprağının, hem insanının bilgeliğinin kaynağı bu farkındalık mıdır?

Bu farkındalıktır, evet. Öncekilerden genlerine işlemiş olan bilgeliktir, tevazuudur, onurdur, dirençtir. Hepsi mi böyledir, insanımızın, hayır elbette ama toplumda iyi örnekler, doğru kişiler diğer insanlar için de mayadır, o ülke için de iyi mayadır. Elbet çekisinin ağır oluşundandır da insanımızın. Şu Anadolu binlerce yıldan bu yana, ne acılarla ne imecelerle, direniş ve elele verişlerle kendisi oldu, olabildi. Neden her toplum böyle olamıyor? Kendi kadir kıymetimizi de bir bilebilsek. Ekeşmekten, didişmekten bıkmış olmamız gerek. İnsana tasa insan olsa da derman gene insanda. Bizim halkımızın ayrı bir sağduyusu

Yanılmıyorsam, hikayelerinizde yer alan düşüncelerden bir kaçı; Ölüm bir son değil başlangıçtır, Ölüm bizi eşitler, Allah'a ulaşan yol tek değildir... Hikayelerinizi yazarken hangi kaynaklardan beslendiniz?

Sonun başlangıcı, evet. Gönlüm, o yolun sürüp gitmesinden, menzilin açık ve sonsuz olmasından, asıl dünyada çekilerin ödeşilmesinden yana. Ama işler benim gönlüme göre olmuyor. Ölümde eşitleniyoruz, daha doğrusu öldükten sonra eşitiz ancak. Keşke bu dünyada da olabilseydik, ara bu kadar açılmasaydı, dünya, şu güzelim tılsımlı ama ne yazık ki yalan dünya, daha insana yaraşır olabilseydi. Tekrar tekrar gelmesi yok, önce müsvedde sonra temize çekilmiş bir hayat yok, bir kuyruklu yıldız gibi, görünüp kayboluveriyor hayat dediğin, insan dediğin, birazcık haksızlık olmuyor mu? Ama bin yıl ömür bağışlansa, biz gene farklı olamayız, aklımızı başımıza alamayız, has insan olmaya çabalamayız gibime geliyor. Allah'a ulaşan yol tek değil elbette. Sonsuz yolu var bunun, öyle olduğunu düşünüyorum sınırlı kavrayışımla. Belki o yol bile yok, ya Allah aklımızın ortasında, kalbimizin kökündeyse? Ki, belki de öyle. Söylenen şiirde, yazılan hikayede, şarkıda, umutta, çalışmakta, insandan insana uzanan köprüdeyse? Dilimizin tadında, başkasına şefkatimizde, vicdanda, bağışta, onurdaysa?

Hikayelerimi söylerken, haklısınız ben önce söylerim, anlatır, insanlarla paylaşırım, nereye yaslanmış olabilirim sizce? Hayata, hayatın kendisine. Sahici hayattan, yalnız kendi emeğinle, hiç desteksiz sürdürdüğün bir hayata, insanımızdan bir an bile aralanmadan. Çalımlanmadan, büyüklenmeden, kimseyi incitip üzmeden, emek emek didinerek... Bunun karşılığı çalım görmektir, üzülmek, incitilmektir, olsun... Bu, işinizi kimin için iyi yapmaya çalıştığınıza da bağlı. Bana hiçbir şey bağışlanmadı, hep çalıştım, hala öyle. Taşra büyükkent, büyük görev, küçük görev, hepsinde yaşadım, hepsini yaptım, büyüklenmemeye çalıştım, ben dememeye çalıştım. Kendimden çaldım belki hayallerimden, bana da diyemedim, demedim, bilinçli seçimimdir.

Halkın dilinden çok şey öğrendim, bin yaşasın o halk. Onların görgü göresesinden beslendim, küçük insanlardan, mahalle arasından, çalışan, üreten kesimden. Toplumsal değerleri, kutsal, ulusal bütün değerlerini el üstü, göz nuru, baş tacı eden insanımızdan öğrendim. Türk diliyle gönendim. İyi şeyler çıkıyorsa ortaya, bu hüner benim değildir, öncekilerden devraldığım emanetin güzelliğindendir, bunu Türkçeyle söylediğim içindir.


17 yıl önce